Kamran Ghaderi - Bir sanat sergisi açılışında Rusya’nın Büyükelçisi’ne yönelik düzenlenen korkunç terör saldırısı, Hollywood filmlerini anımsatarak, milyonları televizyonun karşısına dikip bazı basın organlarının yanlışlıkla aktardığı fotoğraf sergisi yerine resim sergisi yanlışının bile görülmemesine sebep oldu. Böylece duvara asılı tüm fotoğraflar, Rus üst düzey diplomatın yerde yatan cansız cesedi ve bu kez alışık olduğumuz uzun sakal yerine tıraşlanmış bir yüz ve tertemiz takım elbisesiyle sinirli bir teröristin görüntüsünün etkisi altında kaldı.
Bu olayın ilk saatlerinden beri farklı yorumcuların yazdığı birçok yoruma göre, olay hemen Batı’ya bağlanıp ABD liderliğindeki batılı ülkelerin bu eylem aracılığıyla Suriye yanlısı İran ve Rusya’ya yaklaşmaya çalışan Türkiye’yi durdurmak için gerçekleştiği açıklandı.
Bunlara ilave, Türkiye hükümeti ve bizzat Recep Tayyip Erdoğan, son aylarda olduğu gibi fevri bir tepkiyle incelemeyi bile gerek görmeden olayı Fetullahçılara bağlayıp terörü lanetledi.
İlk iddianın olasılığını savunarak, bu konuda oluşan bazı şüphelerin de cevaplanması gerektiğinin altını çizmeliyiz. Birinci konu, Rusya ve Türkiye arasındaki ilişkilerin son durumuna baktığımızda hiç şüphesiz Rusya’nın daha ağır bir konuma sahip olduğunu net şekilde görebiliriz. Özellikle son zamanlarda bu işbirliğini güçlendirmek için bazı bölgesel çıkarlarını bile gözardı etmiştir.
Bu durumda acaba Batı’nın, şans oyununa yüz çevirip bu olayın Rusya’nın Türkiye karşısında üstün durumunu yıkacağını inanması inandırıcı mı? Acaba Batı, Türkiye’nin İran ve Rusya’ya yaklaşma politikalarını daikkate alarak, bu olayın ters etki yapıp tüm iplerin Rusya eline vereceğini hiç mi düşünmedi? Bu olayın gerçekleştiği ilk anlardan beri Türk yetkililer muhafazakar bir tavırla Rusya’yı sakinleştirmeye başladı ki bu da iki ülkenin son zamanlardaki ilişkilerine bakıldığında tahmin edilebilirdi.
Türkiye’nin bu olayı Fetullahçılarla ilişkilendirmesi bu ülkenin son zamanlardaki birçok siyasi dosyaları gibi belirsizdir. Çevik kuvvetler üyesi olan bir genç polisin emniyet güçlerine yönelik kıl payı yapılan tasfiyelerden sağ salim kurtulması pek de doğal görünmüyor. Türk yetkililerin açıklamasına göre, 15 Temmuz darbesinin gerçekleştiği gün izinli olduğu anlaşılan bu teröristin bu olayla ilgili incelemeye alınan diğer polisler gibi, hakkında herhangi bir işlem yapılmaması da yine karşımıza birer soru işreti çıkarır. Ayrıca, bu fertin soruşturmaya alınmamasının yanısıra darbe sonrası defalarca Türkiye Cumhurbaşkanı’nın koruma takımında görev alması da var olan şüpheleri çoğaltmaktadır. Böylece bu olayın Fetullahçılara sevk edilmesi birçok soru işaretini de yanında taşıyor.
Tüm bu varsayımlara başka bir seçenek de ekleyebiliriz ve o da Türkiye’nin içerisiyle birlikte bölgesel boyutta bu ülkenin doğrudan sorumsuz ve düşüncesiz kararları sonucu terörizm olarak adlandırdığımız nankör evladın doğuşudur.
Recep Tayyip Erdoğan, meşruluğunu askerlerin hakim olduğu ve dini baskıların uygulandığı zor dönemden kurtulmak amacıyla temel değişimlerin ortaya çıkmasını bekleyen bir kitlenin doğrudan aldığı oylarından kazandı. Oysaki zaman ilerledikçe Erdoğan’ın da güce bağımlılığı hızla arttı ve iktidardan ayrılma onun en korkunç kabusuna dönüşerek, güçte kalmak için incelikle kendi elleriyle şekillendirdiği barış sürecini birkaç gün içinde kırıp ziyan etmesine neden oldu. Bunun asıl sebebiyse artık ihtiyaç duyduğu şeyin barış ve istikrar yerine sahip olduğu seçmen kitlesinin milliyetçi duygusuydu, böylece bu aşırı milliyetçi duyguların Erdoğan’ın popolist politikalarıyla birleşmesi ona güçte uzun bir süre daha dayanma şansı veriyordu.
Hükümeti tüm gücüyle destekleyen havuz medya ise, bu politikaların uygulanması için gerekli atmosferin oluşturulmasıyla görevlendirilip arasıra tutarsız olan karışık kararların ideolojik altyapısını şekillendirmeye başladı. Propaganda kapsamında yapılan bu görevler bazen aşırı duygusallık içererek, Türkiye liderlerinin kutsallığına inanan bazı şahısların mezhep ve milli duygularını tahrik etti ve kendiliğinden oluşan şiddet içerikli vakaaların ortaya çıkmasına yol açtı.
Bu medya propagandası gecikmeden ülkede hakim olan ırkın üstünlüğü dışında başka bir kaygısı olmayan insanların oluşumuna neden oldu ve bu da yeni bir yapıya sahip aşırı milliyetçiliğin şekillenmesini beraberinde getirdi. Bu yeni oluşum da kontrolsüz bir hızla aşırı ırkçılığa yönlenip Türkiye’yi iç savaş tehlikesiyle karşı karşıya getirdi.
Bölgesel bazda ise Türkiye’nin liderleri, medya propagandasıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’na ait politikaların dirilişini ve uygulanmasını planlayarak, bölgedeki Sünni mezhebine sahip Müslüman ülkeler arasında kendine özel bir mezhep amaçlı eksen yaratmaya çalıştı. Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun dış politikaları doktrinini temel alarak tasarlanan bu politikalar başta televizyon dizileri ve öğrenim bursları aracılığıyla yumuşak ve kültürel bir özelliğe sahipti. Ancak, Suriye krizi, Türk liderlerin aç gözlülüğünü tahrik ederek, plan dışı kararlarla tüm bu yumuşak mezhepsel politikaları tek gecelik bir süreyle saldırgan ve savaş politikalarına dönüştürdü.
Böylece Türkiye hiçbir sınır tanımadan bölgenin sürekli yangın püskürten fırınına durmadan odun dökmeye başladı ve bunlara ilave Batı ve ABD’nin aldatıcı destekleri Türkiye’nin bölgesel politikalarının düşüşünü daha da hızlandırdı. Bu mezhepçiliğin sonucu ise bölgedeki polimiklerden kendilerine pay talep eden çeşitli terörist ve tekfirci grupların ortaya çıkışıydı ve doğal olarak bunların hepsinin ütopyası Türkiye’ydi.
Erdoğan öncülüğünde Türkiye’nin Suriye krizindeki önceden tahmin edilmeyen siyasi dönüşü ve bu ülkenin Rusya’ya yakınlaşması, her şeyden önce bölgedeki savaş alanında hazır olan teröristler ve AKP’nin milliyetçi politikalarına inanan kitlenin hayal kırıklığına uğramasına neden oldu ve bu da Türkiye’nin eski Aşırıcı politikalarını destekleyenlerin derin öfkesini beraberinde getirdi.
Türkiye’nin emniyet ve güvenlik güçlerinin yokluğundan faydalanarak, Rusya’nın Ankara Büyükelçisi’ne doğru ateş edilen mermi, aslında hayal kırıklığına uğrayan bu ülkenin içinde ve bölgede uygulanan iki politikanın patlaması ve isyanıydı. İçteki ırkçılık ve bölgedeki mezhepçiliğin birleşmesiyle öne çıkan bu politikalar kendi yaratıcısından umutsuzlanarak, kurtulmak için tek başına terör ve korku yaymaya çalışan nankör bir evladın doğuşuna yol açtı.
Değindiyimiz konuları dikkate alarak, Türk liderler, siyasi alandaki dönüşü gerçekleştirip Rusya ve İran’a yakınlaşmakla birlikte yeni konularla da uğraşmaları gerekiyor. Batı’nın bu konuyla ilgili öfkelenmesi ve engelleyici yaptırımlarının yanısıra, Türk yetkililer, bu ülkedeki terör saldırılarını engellemek için kendi elleriyle yaratıp büyüttükleri bu nankör evladın kontrol altına alınması için gerekli tedbirleri almak zorundalar.