Şimdi, öyle bir vehim oluşturuluyor ki toplumda, ‘İslamî örtüye riayet edenler’ potansiyel bir tehlike olarak gösterilmek isteniyor.. Bu, korkunun ötesinde, bir vehimdir.. O kadar saçma bir vehimdir ki, gördüğü her subayı, ‘potansiyel bir darbeci’ gibi görmek misali.. Bir avuç azlık unsurlar, milletin tamamını şimdi öyle potansiyel tehlike ve suçlu olarak görüyorlar..
Bu da umutlarının ne kadar kırıldığının habercisidir..
Birileri, kendilerine baskı uygulanacağı vehmi içinde, fırsat elimizdeyken biz onlara baskı uygulayalım, eylem üstünlüğü, inisiyatif elimizde olsun diyorlar, adetâ..
Ellerinde korkuluklar.. Malezya, İran iddiaları.. Oralarda neler olduğunu da bilmeksizin..
Henüz Sovyetler’in dağılmadığı 25 sene öncelerde, Azerbaycan Medeniyet Nâzırı (Kültür Bakanı), ‘karayoluyla İran’a gittiğini ve ortak sınır kasabası Astara’dan Tahran’a 300 km. kadar, yolun iki tarafında dârağaçlarında insanların sallandırıldığını göreceğini zannettiğini, ama, öyle bir tabloyla karşılaşmayınca şaşırdığını ve medya tarafından aptal yerine konulduğunu’ söylemişti. Bu örneği, bugün Türkiye’de medya bombardımanıyla oluşturulmak istenen yeni fitne rüzgarı için de tekrarlayabiliriz.
İran’da İslam İnkılabı hareketi 1979 yılı başında Şah rejiminin zulmüne100 bini aşkın kurban vererek gerçekleşti.. Ve de silahsız bir mücadeleyle.. Tanklara karşı karanfil uzatan ve elleri silahsız, ama dillerinde ‘Allah’u Ekber!’ silahı olan kitlelerce.. Elbette ki, öylesine büyük ‘qıyâm’ı gerçekleştiren bir halk, sosyal hayatı, emperyalizmin ölçülerine göre oluşmuş Şahlık rejiminin kurallarına göre devam ettirecek değildi; halkın büyük ekseriyetinin ‘mutlak doğru’ olduğuna inandığı değer ve ölçülere göre yeniden dizayn edecekti.. Özellikle de, inançlarının gereği olarak örtünmelerine yasaklar getirilmiş ve aşağılanmış, dışlanmış hanımlar başta olmak üzere, onmilyonların ‘qıyâm’ı sonrasında gerçekleşen bir İnkılab sonrasında, sosyal hayat herhalde, onların ölçüleri göre yeniden kurulacaktı.
Ama, emperyalizm, kendi beslemesi olan -sözde- aydın kesimleri ve en tepe noktasındaki gözcü uşağı Şah’ı bile yitirdikten sonra, uğradığı bu ağır yenilgiyi gizlemek ve telafi etmek için, bu rejimin ‘insan haklarına saygı göstermediği, özgürlükleri kısıtladığı, baskı uyguladığı’ gibi iddiaları bayraklaştıracaktı; dünya kamuoyunun dikkatini çekebilmek için.. Herhalde, ‘menfaatlerim mahvoldu..’ diyerek ilgi çekecek değildi..
28 Şubat zorbalığı, 1979’daki İslam İnkılabı sonrasında ortaya çıkan tabloyu, kendi zorbalıklarına 1997’de, yani o hadisenin gerçekleşmesinden 18 yıl sonra temel dayanak yapmaya başlamıştı. Zamanın Gen. Kur. Başk. Org. İ. H. Karadayı’nın sözlerini hatırlayalım: İran’dan kaçan generallerle konuşurlarmış, -tabiatiyle Şah’ın o sevimli (!) laik rejimini- ‘Nasıl olur da elinizden çıkardınız?‘ diye.. Onlar da, ‘halkın istekleri haklı ve mâsumdu, onun için bunların yerine gelmesine karşı çıkmamıştık, vs..’ derlermiş.. Sonra, ‘halk’a fazla hak verilince, nelerin olacağını’ o zaman anlayamamışlarmış..
Gerçek ise şuydu ki, sürekli dışlanan, aşağılanan ve mustez’aflaşmış (zayıf kalmış değil, hakları zorbalarca gasbedildiği için zayıf hâle düşürülmüş) büyük kitleler şimdi yöneten durumuna gelmişler ve laikler de ‘İran’ın kendileri için artık, hükmederek yaşayamıyacakları, seçkin sınıf olarak varlıklarını sürdüremiyecekleri bir ülke’ haline geldiğini gördükleri için, kalb, kafa ve kasalarının bulunduğu diyarlara kaçmışlardı, yüzbinler halinde.. Kimi de o kitlelerle bütünleşmenin fazîletini idrak ile veya başeğerek yaşamayı kabullenmişlerdi.
Korkunun ötesinde tevehhüm işte bu.. ‘Ya, bizim başımıza da öyle bir ‘facia’ gelirse!’!
Ve bizdeki laikler hâlâ da o noktaya çakılıp kalmışlar.. Ama, asıl sosyal baskının nasıl olduğunu, 80 yıllık katı laik uygulamalar silsilesinin ve hattâ hukuk adına yapılan baskıların daniskasını asıl kendileri, çok iyi bilirler.. Böyleyken, sosyal dikkati çarpıtmak için yeni oyunlar tezgahlamaya kalkışıyor ve ‘İran’a şeriat demokrasi vaadleriyle gelmişti.’ yâvelerinden meded umuyorlar.. ..
Önce şu yalana dikkati çekelim: ‘İslam İnkılabı Hareketi’ İran’da asla demokrasiye veya bir başka beşerî sisteme dayanarak kendine celbeylemedi kitleleri..
Çünkü, halk kitleleri o büyük ‘qıyâm’a, maddî, materyalist hedefler için katılmıyorlardı.. Çünkü, zulüm düzeni artık her şeyi unutturmuştu.. O kitleler, sadece ‘Lailaheillallah, / La Şarqıyye/ La Garbiye! / Hükûmet-i İslamiyye..’ (Komünist Doğu’ya da hayır, kapitalist Batı’ya da.. Sadece, İslam Devleti!.) ‘Allah’u Ekber, Khomeynî rehber!.’ feryadlarıyla katılıyorlar o ‘qıyâm’a ve binler-onbinler halinde dünya hayatından geçiyorlardı.. Hareket’in rehberi- lideri bildikleri İmam Khomeynî ise, halkın büyük ekseriyetinin mezhebine göre ‘muctehid’ durumunda bir İslam âlimi idi. Ve, o, daha baştan, İran’ın bütün şehirlerinde duvarlarda farsça, arabca, ingilizce ve fransızca vs. dillerde, ‘Biz İslam Cumhûriyeti istiyoruz..’ ibaresini yazdırmış ve çevresindekilerin kendisi adın yanlış beyanlarda bulunmamaları için de, ikametgâhının duvarına kocaman harflerle çeşitli dillerde, ‘İmam’ın sözcüsü yoktur!’ yazısını yazdırmıştı..
İslam İnkılabı başarıya siyasî planda başarıya ulaşıp Şah’ı ve rejimini devirdikten sonra başlatılan iç-isyanlar, savaş vs. gibi ‘ateş’le imtihan içinde bile, yeni kurulan rejimin adının ve niteliğinin ne olması lâzım geldiğine dair tartışmalar en ateşli şekilde sürerken, Mehdî Bazergan gibi etkin isimler bile, ‘Demokratik İslam Cumhuriyeti olsun’ diyorlardı.. İmam Khomeynî ise, rejimin adının İslam Cumhuriyeti olacağını söylüyor, ‘Biz Cumhûriyet’i İslam’la sınırladık, siz ise İslam’ı demokrasiyle sınırlamak istiyorsunuz, bize ne demokrasiden.. Biz müslümanız ve İslam’ın bize tanıdığı hak ve özgürlükler her ne ise, onları gerçekleştirmeyi hedef ediniyoruz..’ diyordu..
Bunun neresinde ‘demokrasi vaadi’yle kandırma var?
Ancak, komünistler ve diğer solcular, batıcılar, kavmiyetçiler, ‘bu ulemânın aklı devlet idaresine ermez, onları bir-iki çalımla etkisiz hale getiririz..’ diye düşünüyorlar; ama, halkın kendilerine itibar etmemesi üzerine yenilgiye uğruyorlardı.. Birileri kendi kurnazlıklarının oyunlarına gelmiştir. Mes’ele bundan ibarettir..
S.E.Çakırgil