MHA, Ortadoğu uzmanı ve Yakın Doğu Haber Sitesi Genel Yayın Yönetmeni Alptekin Dursunoğlu’na Suriye krizinde gelinen noktayı, Geçici Hükümetin Türk dış politikasındaki olası etkisini ve İran ile Türkiye arasında bölgesel konularda yapılabilecek olası işbirliği fırsatlarını sorduk;
Alptekin Dursunoğlu’nun yorumları ise şöyle:
Sayın Dursunoğlu, Türkiye'nin 7 Haziran Seçimleri sonrası Suriye krizi ile ilgili tutumunda bazı değişiklikler yaşandı diyebilir miyiz?
Türkiye, Suriye konusunda, krizin başladığı Mart 2011 ile 9 Ağustos 2011 tarihleri arasında en belirleyici ülke olarak görülüyordu. Çünkü kriz öncesinde Ankara ile Şam arasında ortak bakanlar kurulu toplantılarının yapıldığı benzersiz bir ilişki vardı ve Türkiye’nin bu ilişkisini kullanarak Suriye krizinin çözümünde etkili olması bekleniyordu.
Ancak Ankara, Şam’la olan bu ilişkisini Suriye’nin ve bölgenin lehine değil, Batılı ve Arap müttefiklerinin lehine ve kendi çıkarına kullanmaya çalıştı. O dönemde hem muhaliflerle hem de Şam’la iyi ilişkilere sahip olmasına rağmen iki tarafı uzlaştırmaya çalışmak yerine muhaliflerin ‘Devrim’ hedefine destek vererek Şam aleyhine bir politika izledi.
O dönemde Şam yönetiminin birkaç ay içerisinde devrileceğini düşünen Ankara, Katar’la birlikte muhalifleri örgütleyip bu devrime liderlik etmek ve Suriye’de kendi nüfuzu altında olacak bir yönetim kurmak istedi. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun reform önerisi adı altında Suriyelilere dayattığı şeyin özeti şuydu: “İktidarınızı aşamalı olarak bizim belirlediğimiz muhaliflere devredin, bu iş kansız bir şekilde bitsin.” Suriyeliler bunu kabul etmedikleri için Davutoğlu’nun 9 Ağustos 2011’deki Şam ziyareti başarısız oldu ve Türkiye yavaş yavaş Suriye konusundaki belirleyici rolünü kaybetmeye başladı.
Bu tarihten sonra Türkiye’nin rolünü, o dönemde Arap Birliğine liderlik eden Katar aldı. Arap Birliği de Şam’a ‘Yemen formülüne dayalı’ bir ‘devrim’ önerdi. Arap Birliği’nin çözüm önerisine göre Beşşar Esed tıpkı Ali Abdullah Salih gibi yetkilerini yardımcısına bırakarak çekilecek, Katar ve Türkiye’nin örgütlediği muhalifler aşamalı olarak iktidar olacak ve Suriye’de kansız bir devrim gerçekleşecekti.
Şam bu öneriyi kabul etmeyince Libya modeline dayalı bir devrim için 5 Şubat 2012’de BM Güvenlik Konseyi’ne gittiler; ama Rusya ve Çin’in vetosu planlarını bozdu. Bunun üzerine de Bush’un Irak’ı işgalini model alarak 21 Şubat’ta ‘Suriye’nin Dostları Grubu’nu kurdular ve BM dışında bir uluslararası girişimle Suriye’de yönetimi devirmeye çalıştılar. Elbette ‘Dostlar Grubu’ Bush gibi Suriye’ye doğrudan askeri müdahale yapmak yerine daha masrafsız bir yöntem uyguladı. Dünyanın her tarafından topladıkları teröristleri ve silahlandırdıkları Suriyelileri kullanarak bir vekalet savaşı başlattılar.
Türkiye 9 Ağustos 2011’den sonra bu süreçlerde belirleyici değil; Katar, Suudi Arabistan ve ABD’nin aldığı kararlara destek veren bir role sahip olabildi. Amerikalılar Suriyeli muhaliflerin örgütlenmesi rolünü Katar ve Türkiye’ye vermişti. 2011 yılının eylül ayında İstanbul’da kurulan Suriye Ulusal Konseyi ve aynı dönemde Hatay’da kurulan Özgür Suriye Ordusu Katar ve Türkiye’nin nüfuzu altındaydı.
ABD liderliğindeki ‘Dostlar Grubu’ 18 Temmuz 2012’de Şam’daki ulusal güvenlik binasına düzenlenen saldırı ile Savunma Bakanı Davud Raciha da dahil olmak üzere tüm Suriyeli güvenlik yetkililerini öldürüp vekalet savaşını başlattı.
Davutoğlu’nun 24 Ağustos 2012’de Suriye rejiminin çöküşü için artık aylar değil haftalar kaldığına dair açıklaması gösteriyor ki tıpkı Libya’da olduğu gibi yıldırım operasyonu ile devrim planı yapılmıştı.
Ancak planları boşa çıktı ne halk onların örgütlediği muhaliflere katıldı ne de birkaç hafta içerisinde devrim oldu. Vekalet savaşının bir yıpratma savaşına dönüşmesi, Amerika’nın Suriye konusundaki liderliği Katar ve Türkiye’den almasına neden oldu. Amerikalılar, 11 Kasım 2012’de Suriye Ulusal Koalisyonu’nu 7 Aralık 2012’de de ÖSO genelkurmayını kurarak bu dosyayı Katar ve Türkiye’den alıp Suudilere verdiler.
Bu uzun girişi yapmaktan sebep şu: Türkiye sadece 9 Ağustos 2011’e kadar Suriye konusunda belirleyici bir role sahip olabildi. Ondan sonraki süreçlerde Ankara’nın rolü ya Katar liderliğindeki Arap Birliği’ne ya da Suudilere yardımcılık yapmakla sınırlı kaldı. Sorunuzun cevabına gelince Türkiye’nin 7 Haziran seçimleri öncesinde veya sonrasında Suriye konusunda politika değiştirmesinin ya da buna devam etmesinin hiçbir değeri veya anlamı yok. Çünkü Türkiye, ‘Dostlar Grubu’ içerisinde karar verici pozisyonda değil verilen işleri yapan hizmetçi pozisyonunda.
Efendim geçen günlerde Sayın Davutoğlu Başbakanlığında Türkiye’yi seçime götürecek geçici hükümet kuruldu, bu kısa sureli hükümet boyunca Türkiye’nin bölge politikaları bir değişime uğrar mı?
Geçici hükümet 2 aylık olacağı için zaten icracı bir hükümet değil sadece kağıt üstünde bir hükümet olacak. Yani Suriye konusunda karar verici olmayan Türkiye’nin karar verici olamayan hükümetinin izleyeceği politikayı konuşmak da gereksiz.
İran ve P5+1 Grubu arasında varılan nükleer anlaşma ve Türkiye'deki son siyasi tabloya göre iki ülke arasında Suriye krizinin barışçıl bir çözüme kavuşturulması için işbirliği yapılabilir mi?
Yukarıda da söylediğim gibi Türkiye’nin Suriye konusunda içinde yer aldığı ‘Dostlar Grubu’nun tutumunu etkileyebilecek bir rolü de pozisyonu da yok. Ama İran ve Rusya’nın Suriye sorununun çözümüne dair önerileri Dostlar Grubu’na liderlik eden Amerika’nın tutumunu değiştirebilir.
Çünkü 2013 yılının eylül ayından itibaren Amerika vekalet savaşının kontrolünü kaybetti. 7 Aralık 2012’de kurduğu ÖSO genelkurmayını oluşturan silahlı gruplar, buradan ayrılarak İslami Cephe adlı yeni bir örgüt kurdular. 11 Kasım 2012’de ABD öncülüğünde kurulan Ulusal Koalisyon’u da tanımadıklarını ilan ettiler.
Amerika artık askeri liderlik için kurduğu ÖSO’nun sadece bir tabela olduğunu, siyasi liderlik için kurduğu Ulusal Koalisyon’un ise hiç kimse tarafından ciddiye alınmadığını biliyor. IŞİD’in 2014 Haziranında Irak’ın Neyneva ve Selahaddin illerini ele geçirmesi sonrasında Suriye’de de artık sadece ABD’nin terör listesindeki grupların etkinliği söz konusu. ABD Başkanı Barack Obama, bu gerçekliği gördüğü için ‘Suriye’de ılımlı bir muhalefet yaratmak fantezidir’ dedi. Öte yandan 11 Eylül 2014’teki Cidde toplantısında, aslında ‘Dostlar Grubu’nun, IŞİD karşıtı uluslararası koalisyona dönüşmesinin kararı alındı.
Amerikalılar artık Suriye’de rejim devirme hedeflerinin olmadığını ve önceliklerinin terörle mücadele olduğunu itiraf ediyorlar. Türkiye, Cidde bildirisini imzalamayarak ve Amerika’yı Suriyeli muhaliflerin eğitilip silahlandırılmasına zorlayarak Dostlar Grubu’nun terörle mücadele koalisyonuna dönüşmesini önlemeye çalıştı. Ancak Amerika, eğit-donat programındakilerin Suriye ordusu ile değil sadece IŞİD’le savaşacağını belirterek hatta Ankara’nın ısrarını sürdürmesi halinde bu programı iptal etmekle tehdit ederek Türkiye’nin baskılarına boyun eğmedi.
Türkiye’nin baskılarını sürdürmesi ise Amerikalıları Ankara’ya son darbeyi vurmaya mecbur etti. Bu darbe Kürt kartıydı. Amerikalıların PYD’yi terörle mücadelede kendisine ortak olarak görmesi ve önce Kobani’nin ardından da Tel Ebyad’ın Kürtlere verilen destekle kurtarılması, Ankara’yı teslim olmak zorunda bıraktı.
Türkiye’nin Suriye sınırı boyunca üç bölgede özerk yönetim kuran PYD’yi, PKK’nın Suriye kolu olarak gören Ankara, Amerika’nın Kürtlerle kurduğu bu ilişkinin kendi sınırında bir ‘PKK devletiyle’ sonuçlanmasından kaygı duyduğu için Amerika’ya direnmekten vazgeçti ve İncirlik üssünün IŞİD’e karşı kullanılmasına izin vermek zorunda kaldı.
11 Eylül 2014’teki Cidde toplantısından beri Amerika’nın Suriye’de devrim yerine terörle mücadeleye öncelik vermesine karşı çıkan tek ülke olan Türkiye’nin de Amerika’nın terörle mücadele önceliğine teslim olması, Rusya ve İran’ın Suriye’de siyasi çözüm önerisinin şansını arttırıyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in terörle mücadele için Suriye’nin de dahil olduğu bir uluslararası koalisyon kurulması önerisi ile eş zamanlı olarak Suriye’de siyasi çözüm girişimlerine tanık oluyoruz.
Amerika terörle mücadele önceliğinde gerçekten samimi ise Putin’in bu önerisine evet diyerek Irak’ta Irak ordusu ve Peşmerge ile birlikte Suriye’de de Suriye ordusunu kendisine ortak olarak kabul etmekten başka seçeneği yok. Amerika’nın böyle bir adım atabilmesi İran ve Rusya’nın Suriye’de siyasi çözüm planına destek vermesiyle mümkün. Aslında bunun için de çok büyük bir taviz vermesi gerekmiyor. Cenevre-1 bildirisini ‘Beşşar Esed çekilmelidir’ ön şartını kaldırarak kabul etmesi yeterli.
Tüm bölgeyi tehdit eden terörün ortadan kaldırılması onu yaratan şartların ortadan kaldırılması ile mümkün. 2010 yılında yok olmak üzere olan Irak el-Kaide’sini 2014 Haziranında Irak ve Suriye’de Lübnan büyüklüğünde bir alana sahip bir ‘Hilafet’ devletine dönüştüren temel faktör 2011’deki Suriye krizi oldu.
Suriye krizi çözülmeden terörle mücadele edilemeyeceğine ve Suriye krizinin de askeri bir çözümünün olmadığı 5 yıl içerisinde anlaşıldığına göre yapılması gereken tek şey Suriye’de siyasi çözümü engelleyen ön şartı kaldırmak.
Amerika eğer bu ön şartını kaldırarak siyasi çözüme destek verirse ve terörle mücadelede Suriye ordusu ile koordinasyonu kabul ederse Suriye ve Irak’taki yangınlar kontrol altına alınabilir. Uluslararası alanda böylesi bir uzlaşma olur mu olmaz mı bunu şimdiden söylemek zor; ancak kesin olan şu ki bölgenin geleceğini belirleyecek kararları alabilecek durumda olanlar uluslararası alanda Amerika ve Rusya; bölgede ise İran ve Suudi Arabistan.
Türkiye’ye ise 5 yıldır izlediği bölge politikaları sebebiyle bunların alacağı kararlar her ne olursa olsun, kendine verilen görevi yerine getirmekten başka bir rol düşmüyor.
O.SH