Yazının tamamı şu şekilde:
İktidara ilişik medyaya ve AKP elitlerinin kullandığı dile bakılırsa, Siyonist rejim ile varılan uzlaşmadan da kahramanlık destanı çıkarılacak gibi görünüyor.
İliştirilmiş kalemler günlerdir köşelerinde anlaşmanın ne kadar da hayırlı bir seçenek olduğunu anlatıyorlar.
Yandaş ekranlarında bu işten hem Türkiye’nin hem de İsrail’in kazançlı çıkacağını söylüyorlar.
En yetkili ağızlarıyla, İsrail halkını ve İsrail Devleti’ni kadim dost ilan ediyorlar.
Bu yaşananlara şaşırmış değiliz elbette, olanları ibretle seyrediyoruz o kadar.
Fakat pervasızlığın da, ilkesizliğin de, tutarsızlığın da bir sınırı olmalı öyle değil mi?
Siyasi kıvraklığın da, pragmatik fırsatçılığın da, politik hoyratlığın da bir âdâbı olmalı değil mi?
Ama hayır, içinde olduğumuz şu günlerde reel politiğin kitabı sanki yeniden yazılıyor.
Geçmişte, “dün dündür, bugün bugündür” dedikleri için kınanan siyasilere, şimdilerde resmen rahmet okutuluyor.
Fakat madem reel politik yapıyorsunuz, alışılmış sorular sormayacağım merak etmeyin.
Mavi Marmara’dan bahsetmeyeceğim mesela.
Şehitlerimizi anlatmayacağım, ya da Davos tiyatrosunu hatırlatmayacağım.
Böğrümüze zehirli bir hançer gibi saplanan Siyonist rejimin, altmış yıldır işlediği on binlerce cinayetten, ilk kıblemizi işgal etmesinden, her canı istediğinde kirli postallarıyla en kutsalımızı çiğnemesinden söz etmeyeceğim.
Bütün bunların üzerine, bir de yıllardır seçim meydanlarında büyük İslam mücahidi gibi nutuklar atmanızı gündeme getirmeyeceğim.
Madem “kazan kazan” oynuyorsunuz, bunların hiçbirisini söylemeyeceğim.
Lâkin coğrafyamız cayır cayır yanıyor.
Kadim Müslüman yurtlarından hiç durmadan dumanlar yükseliyor.
Boynumuzun borcu olan, söylemek zorunda olduğumuz sözler de var anlayacağınız.
***
Hadi Amerika ile stratejik ortaklığınızı geçtik diyelim.
Hadi bin yıllık vatanımızı NATO toprağı ilan etmenizi duymadık diyelim.
Hadi Avrupalılarla ortak kadere yürümenizi görmedik diyelim.
Pekâlâ, madem bütün bu zulümleri unutacaktınız, madem Siyonist rejime varana kadar anlaşacaktınız, Suriye’deki Esad rejimiyle neden diyalog kurmadınız?
Neden 5 yıldır birbiriyle savaşan muhaliflerle rejim güçlerini masaya oturtmadınız?
Neden iç savaşı durdurmak için tek bir adım bile atmadınız?
Neden “bedeli ne olursa olsun Esad ille de gidecek” dediniz?
Bu bedeli kim ödedi acaba?
Kim ödüyor hâlâ bu bedeli?
Ve belki de on yıllar boyunca kim ödeyecek dersiniz?
“Eğit, donat, ölüme yolla” anlaşmalarınızın kime ne faydası oldu, cevap verebilir misiniz?
İç savaşta dört yüz binden fazla insanımız hayatını kaybetti, kaybetmeye de devam ediyor.
Akdeniz ve Ege sahilleri kundaktaki bebeklere mezar oldu, olmaya da devam ediyor.
Suriye halkının yarısı evlerini terk etti, kalanları da kimin bombasıyla can vereceğini bilmeden ölümü bekliyor.
Fırsatını bulup sınırlarımızı geçenler ise, hayatta kalabilmek için her bir şehrimizde trafik lambaları altında dileniyor.
Batılılardan bağımsız olabilmek, hiçbir hesap kitap yapmadan sadece kanı durdurmayı amaçlayabilmek bu kadar zor muydu gerçekten?
8 sene kol kola gezdiğiniz, birbirinize “kardeşim” diye hitap ettiğiniz Beşşar Esad ile diyalog kurmak bu kadar zor muydu?
Suriye yönetimi üzerindeki etkisini bütün dünyanın bildiği İran’la, hiç kimsenin etkisi altında kalmadan çözümü konuşmak bu kadar zor muydu?
Kaldı ki stratejik ortağınız sandığınız Amerika, Esad’ın gitmesini istemiyor işte.
Hiçbir zaman da istemedi zaten.
Ama onlar “üç vakte kadar düşecek” dedi diye, Obama gibilerinin yalanlarına inanarak siyaset belirlediniz.
Biz İslam coğrafyasındaki hiçbir sorunun iç savaşlarla çözülemeyeceğini söyledikçe, siz bizi acımasızca yaftaladınız.
Biz küresel güçlerin Suriye’de amaçladığı tek şeyin bitimsiz bir kaos süreci olduğunu anlattıkça, siz bizi utanmadan “Esetçi” ilan ettiniz.
Biz coğrafyamızdaki iç karışıklıkların sadece Siyonistleri sevindirdiğini haykırdıkça, siz bizi susturmak için medya ordunuzu üzerimize saldınız.
Oysa en çok canı yanan biziz, uykusuz geceler geçiren biziz, ateşi yüreğinde hisseden biziz, çoluk çocuğumuzu bile doyasıya sevemeyen biziz.
Aslına bakarsanız çok şey de istiyor değiliz.
Tarih boyunca yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların üzerimizde türlü planlar yaptığı şu çağda, olaylara reel politik gözlüklerle değil, Müslüman ferasetiyle bakmanızı istiyoruz hepsi bu.
Siyasi kariyerlerinizi borçlu olduğunuz merhum Erbakan Hocanızın, yarım asır boyunca anlattığı hakikatleri hatırlamanızı istiyoruz hepsi bu.
Madem milletimizden yeniden mühlet aldınız, artık Batılıların yalanlarına kanmayı bırakın. Bir kez olsun şu baba ocağının sözünü dinleyin.
Bir kez olsun uyarılarımıza kulak verin.
Girdiğiniz bu yolun başı da, ortası da, sonu da çıkmaz sokaktır.
Artık görün. Şu izlediğiniz siyaset ne milletimize, ne de İslam ümmetine hiçbir fayda vermedi, vermeyecek.
Artık anlayın.
ALİ MUHACİR, PEKİ YA ENSÂR KİM?
Suriyeli Ali, en küçüğü yirmi günlük, en büyüğü de dokuz yaşında olan yedi çocuğunu ve eşini İzmir açıklarında Ege’nin karanlık sularına uğurladı.
Meydanlarda büyük büyük cümlelerle Ensar olduklarını söyleyenler, Ali’nin karşısında da konuşabilirler mi acaba?
Ali’nin gözlerinin içine bakıp, “Suriye yangınında hiçbir payımız yok”, diyebilirler mi?
Üzerlerine düşen bütün görevleri yerine getirdiklerini, eşinin ve yedi çocuğunun ölümünde hiçbir sorumluluklarının olmadığını söyleyebilirler mi?
Kim bilir belki de söylerler.
İsrail anlaşmasından bile kahramanlık destanı çıkarabildiklerine göre, Ali’ye kim bilir neler neler söylerler.
Onların içi rahat olabilir.
Fakat ben hiç rahat değilim.
Ali gibi binlercesi var çünkü.
Tek başına Ali bile yetiyor, ama Ali yalnız değil.
Ali’nin ailesi gibi on binlercesi var.
Üstelik durmuş değil bu sayı.
Ardı arkası kesilmiş değil, böyle giderse kesilecek gibi de değil.
Sayı dendiğine de bakmayın, sayı değil onlar.
Senin gibi, benim gibi, on binlerce insan.
Çokça hüzünleri, pek az sevinçleri, sadece yaşamak hayalleri olan on binlerce hayat.
Çoğu da çocuk ve bebek.
Ensâr olmak öyle mi?
Ne dersiniz, Ensâr olmak iddiası kurtarabilecek mi bizi?
Yoksa sadece kalabalıkların karşısında atılan basit bir slogan olarak mı kalacak?
Doğrusu ben kendimden hiç emin değilim, haddimi aşmak da istemiyorum.
Fakat inanın bana, kimlerin Ensâr olabildiğini, kimlerin de kendini kandırdığını hep birlikte göreceğiz.
İstesek de göreceğiz, istemesek de göreceğiz.