Gazeteci-yazar Ceyhun Bozkurt, Mehr’e verdiği röportajda 17-25 Aralık 2013 dosyasını kapsamlı bir şekilde değerlendirdi.

Kamran AZAR: 7 ve 25 Aralık 2013'te gerçekleştirilen operasyonlar, aradan yıllar geçmesine rağmen Türkiye kamuoyu gündemindeki yerini koruyor. Mehr Haber Ajansı olarak bu olayların yıldönümü dolayısıyla o günlerde yaşananları yeniden incelemeye çalışıyoruz.

İşte bu yönde, yazdığı araştırma kitapları ve danışmanlığını yaptığı “İsimsizler” dizisiyle tanınan ve son günlerde de yayınladığı ilk romanı “Günlük” ile yeni bir çalışmaya imza atan gazeteci-yazar Ceyhun Bozkurt, Mehr’e verdiği röportajda 17-25 Aralık 2013 dosyasını kapsamlı bir şekilde değerlendirdi.

* 17-25 Aralık sürecinde neler yaşandı? Kimler operasyonu yürüttü ve kimler suçlandı?

- Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle 17-25 Aralık öncesindeki bazı gelişmeleri hatırlatmak faydalı olacaktır. Öncelikle Gülen örgütlenmesini biraz açmakta fayda var. Fetullah Gülen liderliğindeki yapı, Soğuk Savaş döneminde NATO bünyesinde oluşturulan Gladyo yapılanmasında önemli görevler üstlendi. Türk devleti o dönemlerde bu yapılanmanın ABD istihbaratıyla bağlantısını tespit etti. Bunu 15 Temmuz sonrası TBMM’de oluşturulan eski MİT Müsteşarı Emre Taner açıklamıştı. Soğuk Savaş sonrası içeride örgütlenmeye devam etmiş, özellikle de Amerikan planları çerçevesinde Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerine ve yine üst aklın hedefindeki ülkelerde örgütlenmeye yoğunlaştı. Özellikle eğitim konularında öne çıkmaya çalışan örgütün aslında 1980’lerden itibaren TSK, emniyet, yargıda ciddi örgütlenme çabaları dikkat çekiyor. Bu örgütlenme sayesinde 2000’li yılların ortalarından itibaren adım adım TSK’nın içinde güçlenme çalışmaları yoğunlaştı. Emniyet ve yargı ayağının kumpasları neticesinde FETÖ önünde engel olan askerler tasfiye edilirken, bu terör örgütüne biat eden askerlerin terfilerinin önü açıldı. Yine 17 Aralık öncesinde Türkiye, İran ve Brezilya arasında ciddi bir diplomasi yürütülüyordu. Bu diplomasiye en önemli itiraz ABD ve İsrail’den geliyordu. Çünkü Türkiye, İran’a yönelik sert politikaları reddediyor ve diplomasi ile çözümü savunuyordu. Hatta bu çerçevede 17 Mayıs 2010 tarihinde üç ülkenin liderlerinin de Tahran’da katıldığı bir toplantıda nükleer takas anlaşması imzalandı. Bu, Batı’nın İran’a yönelik saldırgan politikalarına indirilen bir darbeydi. Yine Türkiye ile İran arasında ciddi enerji anlaşmaları yapılıyordu. Bu da ABD-İsrail ikilisinin işine gelmiyordu. Hatırlayın: İsrail’in Türkiye’deki en önemli müttefiki FETÖ’cülerdi. Mavi Marmara olayında başta elebaşı olmak üzere açık açık İsrail’in yanında yer aldı. Özetle o dönem başka birçok konuda da Batı ile Türkiye, hükümet üzerinden karşı karşıya gelmeye başladı. Şunu çok net hatırlıyorum: Hükümet içinde 2010’lardan itibaren Fetullahçı terör örgütü elemanlarına karşı tavır sertleşmeye başlamıştı. FETÖ’cüler ilk ciddi taarruzu görevdeki ve emekli MİT yöneticilerine yönelik yaptı. Türkiye yakın tarihine 7 Şubat krizi olarak geçen olayda MİT Müsteşarı Hakan Fidan başta olmak üzere 4 üst düzey isim ifade vermeye çağrıldı. Amaç, bu yetkilileri tutuklamaktı. Ancak o dönem Başbakan olan Tayyip Erdoğan buna onay vermedi. Bu direnç karşısında örgüt geri adım attı. Ancak hükümet de artık bunu gördü ve örgüte darbe indirmeye başladı. En büyük darbe de örgütün insan kaynağının temeli olan dersanelerin kapatılma kararı oldu. Savaş burada kızıştı ve 17 Aralık’a gelindi. İlginç olan terör örgütünün 17 Aralık taarruzunun önemli unsurlarından biri İran’la Türkiye arasındaki ilişkilerdi. Şu an ABD’de Türkiye’ye karşı tanık olarak kullanılan bir iş adamanın bağlantıları üzerinden Türkiye, uluslararası kamuoyuna karşı zor durumda bırakılmaya çalışıldı. Arkasından da 25 Aralık’ta doğrudan Tayyip Erdoğan’ı hedef alan operasyon geldi. Özetle FETÖ, ABD’den aldığı talimatla Türkiye’de ilk darbe girişimini gerçekleştirmeye çalıştı. Süreci yürüten kişilere bakınca da arkasında FETÖ’nün olduğunu çok net görebiliyoruz. Örneğin Yakub Saygılı, Nazmi Ardıç, Hamza Tosun ve Yasin Topçu gibi emniyetçiler FETÖ’nün birçok kumpasında öne çıkmış isimlerdi. Yine yargı ayağında geçmiş kumpaslardan tanıdığımız Zekeriya Öz, Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç bulunuyordu.

* Türkiye hükümetinin söz konusu suçlamalara karşı tavrı neydi? Sizce bu tepkiler yasalara uygun bir şekilde mi yapıldı?

- Hükümetin yanıtı çok sert oldu ve karşı hamleyi yaptı. Emniyet ve yargıdaki FETÖ’cüler hemen görevden alındı. Yasalara uygun şekilde yapılıp yapılmaması konusu neye göre kime göre diye sormak lazım. Örneğin Türk devletinin üst düzey askerlerini sahte belge ve bilgilerle cezaevlerine yollayan bir örgüt var karşınızda. Yıllarca hükümete yakın durarak, gerçek niyetlerini gizleyerek istedikleri düzenlemeleri yapmışlar. Ayrıca İçişleri ve Adalet Bakanlığı üzerinden yapılan görevden almalara kimse itiraz etmedi. FETÖ’nün elinde adeta oyuncak haline gelen yargı ve emniyette ilk ciddi temizlik o zaman başladı. Yasalara uygunluktan öte şu soruyu sormak lazım: Bu tepkiler meşru muydu? Evet meşruydu. Karşınızda Türk devletini emperyalizm adına ele geçirmeye çalışan bir örgüt var. Bu örgüte karşı yapılan her hamle, indirilen her darbe meşrudur. Denk örnek olmayabilir ama şunu düşünün: Türk Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının yaptıkları, o dönemin hukukuna göre belki gayri hukukiydi ama bağımsızlık mücadelesi anlamında meşruydu. Günümüzde de emperyalizme indirilen her darbe meşrudur. FETÖ de ülkemizde ve bölgemizde emperyalizmin en önemli taşeronlarından biridir. Emniyet ve yargıya sızan o militanlara yönelik hükümetin reaksiyonu bu nedenle meşruydu.

* Süreci başlatan taraf olarak açıklanan FETÖ’nün asıl amacı neydi ve acaba istediği amaçlara ulaşabildi mi?

- FETÖ ve onu Türkiye üzerine süren güç bir taşla birden fazla kuş vurmak istedi. Örneğin; Türkiye’yi İran’la sözde kirli ilişkiler içinde göstermek istedi. Öncelikle iki bağımsız devletin aralarındaki ilişki, hiçbir ülkeyi ilgilendirmez. İkinci amaç, Başbakan başta olmak üzere engel olarak görülen hükümet mensuplarını devirmek, hükümet ve dolayısıyla devleti yeniden dizayn etmekti. Buna bağlı olarak üçüncü amaç da, Türkiye’yi uluslararası arenada zor durumda bırakmak, ulusal çıkarları aleyhine politikalar geliştirmekti. Ancak FETÖ’ye karşı o dönem gösterilen direniş bu amaçların hayata geçirilmesini engelledi.

* Türkiye yargı sisteminin süreçteki performansını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce alınan kararlarla birlikte yapılan değişikliklerde yargı bağımsızlığı ilkesine uygun davranıldı mı?

- Az önce söylediğim gibi bu konuda bakmamız gereken en önemli şey meşruiyettir. Örneğin FETÖ’cülerin gerek emniyet gerek yargı ayağı üzerinden kumpas döneminde yaptıklarına bakıldığında belki o dönemin yasaları buna izin veriyordu, ancak hiçbir şekilde meşru değildi. Bu nedenle 17 Aralık sonrası Türk yargısı, eksikleri, eleştirilecek kararlar olmasına, içeride uzun bir süre kripto unsurları tespit edememesine rağmen örgütün hedefine engel olması açısından başarılı bir performans göstermiştir. Ayrıca yargı bağımsızlığı dediğiniz olayı kumpasların hiçbirinde göremedik. Hangi hukuk sorusunu soralım. ABD’nin hedef gösterdiği kurumlar, isimler tek tek kumpaslarla hedef alındı. TSK, MİT, emniyet, yargı, siyasette ABD’nin hedefinde kim varsa FETÖ’nün yargı ayağı o isimlere taarruz etti. O dönemi neden sorgulamıyor kimse? Dediğim gibi FETÖ’cülerin tasfiyesi sonrasında Türk yargısı elbette bazı tartışılabilir kararlara imza atmış olsa bile daha bağımsız hareket kabiliyetine kavuşmuştur.

* Sosyal medyada geniş çapta dağıtılan tapelerle görüntülerin olaydaki etkisini nasıl yorumluyorsunuz? Bu konuda basın alanında yapılan hareketliliğe ilişkin ne düşünüyorsunuz?

- Örgütün, adım adım güçlenmesinden en önemli unsurlardan biri propaganda yeteneği olmuştur. FETÖ’nün bu propaganda mekanizmasında Hitler faşizminin enformasyon Bakanı Goebels’in tekniklerini sıkça gördük. Bu sayede de bir dönem Türkiye’de adeta bir korku imparatorluğu oluşturmayı başardı. Örgüt ile ilgili hazırlanan çatı iddianamesinde bu konuda ayrıntılı bilgiler vardı. Örneğin ilk aşamada, yayınlanan veya yayınlanacak olan ses kayıtları kamuoyunda gündem oluşturan yazarlar tarafından geniş kitlelere 'iddia' şeklinde ana hatlarıyla duyurulmakta; ikinci aşamada, şahıslar tarafından ortaya atılan bu iddialar, özellikle belirli basın yayın kuruluşları aracılığı ile haberleştirilerek, ülke genelinde 'tartışılır' hale getirilmekte; üçüncü aşamada ise konuya ilişkin bilinçaltı algısı oluşturulmuş kitlelere yönelik; 'mevcut hükümet aleyhine tepkiselliğin arttırılması', 'kitlelerin harekete geçirilmesi', 'devlet kurumlarının ve bürokrasinin yıpratılması' gayeleri ile sosyal medya ve basın yayın organları üzerinden algı operasyonları yapılmaktaydı. 17-25 Aralık sürecinde de bu yöntemleri gördük. Açıkça üst akılla, yani emperyalist merkezlerce profesyonelce oluşturulmuş, organize bir strateji karşımıza çıktı. Örgüt kendinden olmayanı bu korkunç mekanizma sayesinde tasfiyeyi amaçladı. O kadar ileri gitti ki, aile gibi İslam açısından da son derece mahrem olan alanlara girdi, özel yaşama saldırdı. Yine sosyal medyayı yoğun bir şekilde kullandı. Örneğin devletin gizli bilgilerini, gizli toplantılarını, gizli telefon görüşmelerini, devlet kademelerindeki kendi unsurları vasıtasıyla her türlü yolu 'meşru' sayan bir anlayışla ele geçirip montajladı ve twitter, facebook, youtube gibi sosyal paylaşım sitelerinde yayınladı. Amaç devleti ve hükümeti, 'itibarsızlaştırmak'tı. Türk devletinin en mahrem bilgileri medyaya servis edildi.

* Söz konusu süreç nasıl sonuçlandı?

- Süreç, örgütün emniyet ve yargı ayağının temizlenmesi sonucunda Türk yargısı tarafından ele alındı. 15 Temmuz işgal girişimi, ki ben buna kalkışma veya darbe girişimi demiyorum. Açık açık Türkiye’yi NATO adına işgal etmeye kalktılar. İşte bu tarihten sonra 17 Aralık soruşturması kapsamında iddianame hazırlandı. İddianamede başta Zekeriya Öz olmak üzere çok sayıda FETÖ militanı hakkında cezalar talep edildi. FETÖ’cülerin yürüttüğü soruşturma ile ilgili takipsizlik kararı verildi. Sonrasında örgütün bu dosyayı ABD’ye kaçırdığı ortaya çıktı. Bilindiği üzere ABD’de de Türkiye-İran ilişkilerini hedef alan bir dava açıldı. Bu çerçevede Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla, şu an ABD’de adeta esir gibi cezaevinde tutuluyor. Sonsöz olarak şunu vurgulamak gerekiyor. Bu konuyu hukuki bir konu olarak ele alırsak hata ederiz. Bu Türk devletine yönelik diğer kumpas davaları gibi bir saldırıydı. FETÖ hükümete karşı kuputlaşmayı kullanmak istedi. Malum, o olaydan yaklaşık 5 ay önce tüm Türkiye’ye yapılan Gezi olayları yaşanmıştı. Orada bile FETÖ’cü emniyetçilerin provokasyonları daha sonra ortaya çıkmıştı. Yine de örgüt bu muhalefeti arkasına alamadı. Hükümete yolsuzluk suçlaması yapan kesimler bile küçük bir azınlık hariç, bu terör örgütünün arkasında durmadı. 17 Aralık’tan tam 3 ay sonra benzer bir taarruzun Türkiye ve İran’ın ortak hareket ettiği Brezilya’da yapılması, ABD’nin intikam operasyonu olarak yorumlanabilir. Çünkü ABD hiçbir zaman hizadan çıkan ülke istemiyor. Hizadan çıkana ise bu şekilde veya 15 Temmuz’daki gibi saldırıyor.