17 ve 25 Aralık 2013'te gerçekleştirilen operasyonlar, aradan yıllar geçmesine rağmen Türkiye kamuoyu gündemindeki yerini koruyor.

Kamran AZAR: 17 Aralık 2013 sabahı, Cumhuriyet Savcısı Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç'in talimatıyla, birçok kişinin gözaltına alındığı büyük bir operasyon başlatıldı.

Gözaltına alınan kişilere, 'rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık' gibi suçlamalarının yöneltildiği operasyonu İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekili Zekeriya Öz koordine ediyordu.

25 Aralık'ta bu kez başka bir operasyon başladı; Savcı Muammer Akkaş tarafından yürütülen soruşturmada 96 kişiye yöneltilen suçlamalar arasında 'suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve yönetmek, ihaleye fesat karıştırmak ve rüşvet' bulunuyordu.

Böylece, 17 ve 25 Aralık 2013'te gerçekleştirilen operasyonlar, aradan yıllar geçmesine rağmen Türkiye kamuoyu gündemindeki yerini koruyor. Mehr Haber Ajansı olarak bu olayların yıldönümü dolayısıyla o günlerde yaşananları yeniden incelemeye çalışıyoruz.

Hakkı Uygur: FETÖ, İran yaptırımlarının bypass edilmesinden rahatsızdı

17-25 Aralık dönemin bakanlarına yönelik yolsuzluk soruşturması olarak lanse edilmeye çalışıldıysa da aslına bakılırsa yurtdışından yönetilen bir grubun siyasi otoriteye karşı bir başkaldırı girişimiydi. Seçilmiş hükümetle arası gittikçe açılan ve o dönem Cemaat olarak adlandırılan FETÖ'nün İran yaptırımlarının bypass edilmesi ya da Mavi Marmara gibi bazı ABD-İsrail karşıtı girişimlerden rahatsız olduğu zaten biliniyordu. FETÖ'nün, kamuoyunun hassas olduğu yolsuzluk iddialarını bahane ederek, aslında dış politikada eksen kaymasıyla suçladığı hükümeti devirme girişiminde bulunduğu ifade edilebilir.

17-25 Aralık sürecinde hükümetin örgüte karşı sert davrandığını ve aşırı tepki gösterdiğini düşünen birçok kesim de 15 Temmuz darbesiyle olayın vahametini daha iyi anladı ve hükümetin darbe karşısındaki tutumu kamuoyunda %90’lara yakın bir destek gördü.

Ceyhun Bozkurt: 17 Aralık’ın hedefinde İran-Türkiye ilişkileri de vardı

17 Aralık öncesinde Türkiye, İran ve Brezilya arasında ciddi bir diplomasi yürütülüyordu. Bu diplomasiye en önemli itiraz ABD ve İsrail’den geliyordu. Çünkü Türkiye, İran’a yönelik sert politikaları reddediyor ve diplomasi ile çözümü savunuyordu. Hatta bu çerçevede 17 Mayıs 2010 tarihinde üç ülkenin liderlerinin de Tahran’da katıldığı bir toplantıda nükleer takas anlaşması imzalandı. Bu, Batı’nın İran’a yönelik saldırgan politikalarına indirilen bir darbeydi. Yine Türkiye ile İran arasında ciddi enerji anlaşmaları yapılıyordu. Bu da ABD-İsrail ikilisinin işine gelmiyordu. Hatırlayın: İsrail’in Türkiye’deki en önemli müttefiki FETÖ’cülerdi. Mavi Marmara olayında başta elebaşı olmak üzere açık açık İsrail’in yanında yer aldı. Özetle o dönem başka birçok konuda da Batı ile Türkiye, hükümet üzerinden karşı karşıya gelmeye başladı. Şunu çok net hatırlıyorum: Hükümet içinde 2010’lardan itibaren Fetullahçı terör örgütü elemanlarına karşı tavır sertleşmeye başlamıştı.

FETÖ ve onu Türkiye üzerine süren güç bir taşla birden fazla kuş vurmak istedi. Örneğin; Türkiye’yi İran’la sözde kirli ilişkiler içinde göstermek istedi. Öncelikle iki bağımsız devletin aralarındaki ilişki, hiçbir ülkeyi ilgilendirmez. İkinci amaç, Başbakan başta olmak üzere engel olarak görülen hükümet mensuplarını devirmek, hükümet ve dolayısıyla devleti yeniden dizayn etmekti. Buna bağlı olarak üçüncü amaç da, Türkiye’yi uluslararası arenada zor durumda bırakmak, ulusal çıkarları aleyhine politikalar geliştirmekti. Ancak FETÖ’ye karşı o dönem gösterilen direniş bu amaçların hayata geçirilmesini engelledi.

Yakup Aslan: Türkiye üzerinde operasyon yapılacak bir ülke değildir

Süreç AKP ve o dönem ülkeyi birlikte yönettikleri Cemaat olarak adlandırılan Fethullahçı yapılanmanın yollarının kesin olarak ayrıldığı bir milattır. Yaklaşık 30 yıllık süreçte devlet içinde yuvalanan ve CIA ile bağlantılı olan Fethullahçı terör örgütü mensuplarının devlet içerisinde ele geçirdikleri kurumların kabiliyetlerini kullanarak yaptıkları yasa dışı dinlemeler ve hukuksuz yargı süreçleri ile bir çok kumpası gerçekleştirmiştir.Söz konusu süreç FETÖ’nün yollarını ayırdığı AKP hükümetini hedef alan ilk eylemi olarak değerlendirilebilir.

Dönemin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan, 17 Aralık günü "Arkasına karanlık odakları alanlar, çeteleri alanlar bu ülkeye istikamet çizemezler. Arkasına sermayenin medyanın gücünü alanlar bu ülkeye istikamet çizemezler. Türkiye içinde ve dışında birtakım karanlık çevrelerini alanlar istikametiyle oynayamazlar. Ayarlarımızı değiştiremezler. Türkiye üzerinde operasyon yapılacak, ameliyat yapılacak bir ülke değildir. AK Parti iktidarı buna izin vermez." Şeklinde ilk açıklamasını gerçekleştirdi.

Erdoğan’ın bu açıklamasını hükümetin art arda hem emniyet hem de yargıya yönelik attığı adımları izledi. 18 Aralık’ta Mali, Organize Suçlar ve Terörle Mücadele şubelerinin müdürlerinin de aralarında bulunduğu beş polis müdürü görevden alındı. 19 Aralık’ta ise İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın merkeze çekildi, yerine Aksaray Valisi Selami Altınok atandı. Bunu izleyen günlerde Emniyet’teki tasfiye süreci hız kazandı, İstanbul, İzmir ve Ankara Emniyet'lerinde de birçok şube müdürünün yeri değiştirildi, operasyonu yürüten polisler için tutuklama kararları çıktı. Hükümet, Adli Kolluk Yönetmeliği’ndeki bir değişiklikle soruşturmalarda savcıların emrinde görev yapan polislerin, amirlerine bilgi vermesini zorunlu hale getirdi.

Musa Dadashzade: FETÖ'nün ilk amacı Erdoğan hükümetini devirmekti

Türk halkı ve özellikle dindar kesimin verdiği destekler Erdoğan’ı eşsiz bir konuma yükselterek rakipleriyle büyük bir fark açmasına neden oldu; işte bu konu da Kılıçdaroğlu ile Bahçeli’den ziyade Fetullah Gülen’i rahatsız etmeye başladı.

Çok eskilerden Türkiye’nin emniyet ve yargı sistemlerine sızmayı başaran Gülen’in yönettiği örgüt, ilk adımda MİT Başkanı Hakan Fidan’ı tutuklamaya uğraştı fakat bu girişim daha başlamadan sonuçsuz kaldı.

Bana göre, Erdoğan’ın dinleme ve casusluk girişimlerine yönelik gösterdiği tepkinin büyük bir kısmı doğrudur ancak bakanlarının yolsuzluk suçu iddiasına yönelik davranışı biraz düşündürücü gibi duruyor.

Dolayısıyla paralel bir devlet konumunda olan söz konusu örgüt, casusluk ve dinleme sistemleri vasıtasıyla hükümete ait son derece gizli bilgileri ifşa ederek, onu devirip birçok engel oluşturmaya kalkmıştır ve işte bu nedenlerden dolayı da Erdoğan’ın verdiği tepki gayet doğal.

Öte yandan, Erdoğan’ın yolsuzluk dosyasındaki tutumu ise bir nevi izdüşüm sayılıyor. Yolsuzluk suçunun o dönemde ispatlandığına rağmen Erdoğan dosyanın nihai kararın verilmesi için yüksek mahkemeye sevkedilmesini engelledi. Bu konuda inceleme yapan 14 kişilik parlamento heyetindeki çoğunluğun AKP milletvekillerine ait olması da göz ardı edilecek bir şey değil.

Genel olarak, Türkiye yargı sisteminin bağımsızlığını yitirmesi, Erdoğan ile Gülen arasındaki krizin tırmanması, devlet ve yargı sistemlerinin FETÖ’cülerden tasfiye edilmesi, güvenlik ve baskıcı bir ortamın oluşumu, FETÖ yanlısı basın kuruluşlarının kapanması ve nihayet Türkiye’nin tek sesli bir ortama ayak basması söz konusu olayların sonucu olarak listelenebilir.