Mehr Haber Ajansı'na konuşan Türk Gazeteci Mustafa Birol Güger, "Filistinlileri savunmanın tek yolu, bölge ülkelerinin işbirliğinden geçiyor. Aramızdaki sorunları bir kenara bırakmalı, yaklaşan tehlikenin tespitini doğru yapmalı ve gerekli tedbirleri almalıyız." dedi.

Rüya Fereyduni - Filistinlilerin yurtlarına geri dönüş ve bağımsızlık gibi ulusal hedefleri, son yıllarda ABD'nin desteğiyle İsrail tarafından hazırlanan senaryolarla daha da zorlaştırılıyor.

Arap dünyasının İsrail ile yakınlaşması ve normalleşme süreci, Trump ve Netanyahu'nun Yüzyılın Anlaşmasını Beyaz Saray'daki toplantıda açıklaması, uluslararası tarafların zayıf kalması ve ABD ile İsrail'in hukuk gözetmeyen yaklaşımları sonucu oluşan şartlar Filistin davasının son yıllarda karşı karşıya kaldığı en ağır durum olarak nitelendiriliyor.

İsrail'in 14 Mayıs 1948'de tarihi Filistin toprakları üzerinde kurulmasıyla zorunlu göçe ve katliamlara maruz kalan milyonlarca Filistinli, Nekbe'nin 72. yılında vatanlarına dönmenin hayalini kuruyor.

Mehr Haber Ajansı muhabiri bu konuda Türk Gazeteci Mustafa Birol Güger ile bir röportaj yaptı. 

İşte Mustafa Birol Güger'in Mehr'e verdiği yanıtlar:

1- İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmesinden bu yana 72 sene geçti. Bugün rejimin siyasi ve toplumsal kimliği nasıl bir durumda?

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Yahudilerin bugün İsrail’in bulunduğu topraklardaki varlıkları ve devlet kurma arzuları oldukça eski tarihlere tekabül etmekte. Ancak 1897’de, İsviçre Basel'de gerçekleştirilen bir kongre ile Siyonist hareket politik ve örgütlü bir karakter kazandı. O tarihten, İsrail'in kurulduğu 1948 yılına kadar da konuyla bağlantılı yığınla siyasi olay yaşandı.

Bunu anlatmamın sebebi tam olarak şu: İsrail özellikle Arap dünyasında, II. Dünya Savaşı ile birlikte ansızın ortaya çıkmış bir devlet gibi takdim edilmekte; bu hatalı bir yaklaşım olduğu gibi sorunu daha da girift hale getirmekte. Sorunu ve çözümü belirleyebilmek adına olguları doğru teşhis etmekte fayda var.

İsrail’in siyasi ve toplumsal karakterini iki başlık altında incelemek gerekir. Bu başlıklardan ilki, doğdukları topraklardan zorla sürülen ve bugün doğdukları topraklarda insanlık dışı uygulamalara maruz kalan Filistinli Arapların durumudur. İkincisi ise İsrail'in bizzat kendi bünyesinde yaşayan Yahudilere dayattığı onur kırıcı kast sistemidir.

Filistinli Arapların kitlesel sürgünleri, bilindiği üzere İsrail devletinin kuruluşunun hemen öncesine tekabül ediyor. Bu tarihten sonra 750 bine yakın Arap baskılar neticesinde topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Bugün dünyanın çeşitli noktalarına dağılmış yaklaşık 5 milyon Filistinli mülteci olduğu söyleniyor. Bunların yaklaşık 1,5 milyonu Ürdün, Lübnan, Suriye, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs de dâhil olmak üzere Batı Şeria'da bulunan 58 mülteci kampında insanlık dışı koşullarda yaşıyor. Üstelik tüm bunlar yaşanırken İsrail, uluslararası hukuka aykırı şekilde yeni yerleşimlerle genişlemeye ve yeni mülteci adayları yaratmaya devam ediyor. Uluslararası toplum ise tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşen bu zorbalığa sessiz kalıyor. İsrail her nasılsa, 193 ülkenin üyesi olduğu Birleşmiş Milletler’in en imtiyazlı ülkesi olma pozisyonunu koruyor.

İsrail’de sadece Filistinli Araplar değil, örneğin siyah ırka mensup Etiyopyalı Yahudiler de ırkçılık ve ayrımcılıktan nasibini fazlasıyla alıyor. Son olarak, Haziran 2019'da, 18 yaşındaki Solomon Teka'nın bir polis memuru tarafından öldürülmesi sonrası on binlerce Etiyopya kökenli Yahudi sokaklara çıkarak seslerini yükseltmişti. Bu olay neticesinde, ‘Falaşa’ (vatansız) denilerek aşağılanan Etiyopyalı Yahudilerin on yıllardır sineye çektikleri onur kırıcı muamele adeta bir volkan gibi patladı.

Gerçek şu ki İsrail tarihi, ayrıcalıklı sınıfların başı çektiği toplumsal kastın daha alt basamaklarında yer alan Mizrahi ve Sefaradların yaşadığı sayısız onur kırıcı muamele ve bunların tetiklediği bir o kadar da toplumsal protesto hareketiyle dolu. 1977-92 yılları arasında, Sefarad ve Mizrahi kökenli ikinci nesil Yahudi göçmenlerin yürüttüğü HaPanterim HaShhorim (Kara Panter) hareketleri buna örnek teşkil etmekte. Bu veriler, ülkenin siyasi ve toplumsal karakteriyle ilgili net bir resim ortaya çıkarmamıza epeyce yardımcı oluyor.

2- Bilindiği gibi, İsrail'in Filistin toprakları üzerinde kurulması ve Filistinlilerin zorunlu göç ve katliamlara maruz bırakmasının asıl sebebi kurduğu devleti meşrulaştırmaktır. Sizce İsrail bu amacına ne kadar yaklaşmıştır?

Siyasi açıdan bir meşruiyet arayacak olursak İsrail, BM’nin 193 ülkesinden 162’si tarafından tanınıyor. Ancak ahlaki açıdan bir meşruiyet sorgulamasından geçirecek olursak, bu kadar hukuksuzluğun üzerine ahlaki bir meşruiyetten söz etmek zor. Doğrusu, İsrail’in meşruiyet peşinde olduğunu da düşünmüyorum. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), MOSSAD ve diğer güvelik örgütlerinin hareket tarzı bu konuda önemli ipuçları barındırıyor. İsrail belli somut hedefler doğrultusunda, yarattığı yıkıma pek de aldırış etmeksizin ilerliyor. Bu noktada sorulması gereken asıl soru bu hedeflerin neler olduğudur ve İsrail bu hedeflere ne kadar yakın?

Görünen o ki, İsrail’in genişleme arzusu Batı Şeria ile sınırlı değil. Doğu Akdeniz’de yürütülen yoğun askeri ve eko-stratejik faaliyetlerin yanı sıra Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki oluşumlara sağlanan olağanüstü siyasi, askeri ve iktisadi destek, sözünü ettiğimiz genişleme arzusunun doğal sınırları konusunda bazı ipuçları sunmakta; Türk kamuoyu ise olan biten her şeyin fazlasıyla farkında. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Ağustos 2016’dan itibaren güney sınırlarımızda icra ettiği terörle mücadele operasyonları ile birlikte bu durum daha fazla açığa çıktı. Netice olarak, Türkiye bir kez daha güney sınırlarında kimlerle karşı karşıya olduğunun idrakine vardı. Hangi kuvvetin, hedeflerine ne kadar yakın olduğunu kestirmek zor, ancak Türkiye ve İran’ın, İsrail’in sınır ötesi arzuları karşısında doğal bir set oluşturduğunu söyleyebilirim.

3- İsrail siyasi krizler ve partiler arasında bir gerginlikle karşı karşıya. Bu durum neyin göstergesi?

İsrail’de yaşanan siyasi kriz, kronikleşmiş ve çözülemeyen bazı yapısal sorunlara işaret etmekte.

İsrail'in eğitimli ve aydın kesimleri, yolsuzlukları ayyuka çıkmış olan ırkçı Başbakan Netenyahu’dan adeta nefret etmekte. İsrail halkı her ne kadar güvenliği öncelese de, Filistinli Araplara uygulanan orantısız şiddet her geçen gün daha fazla eleştirilmekte. Netenyahu’nun en büyük rakibi, Mavi Beyaz ittifakının lideri (eski Genelkurmay Başkanı) Benny Gantz, böylesi bir süreçte, görece ılımlı talepler ve sloganlarla sahneye çıktı. Her ne kadar ilhak tartışmalarıyla ilgili arzu edileni veremese de, İsrail sağının geleneksel güvenlikçi yaklaşımına karşı dikkate değer bir alternatif yarattı.

Netenyahu, bir taraftan Filistinli Arapları işaret ederken diğer taraftan vatandaşlarının ceplerini boşaltan bir yankesici konumunda. Bugünlerde, tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgınını bahane ederek parlamentonun yetkilerini kısıtlamaya, yargılanmasını engelleyecek yasalar çıkartmaya devam ediyor. Panikle attığı her adım ise İsrail kamuoyu tarafından daha güçlü bir protesto dalgasıyla karşılanıyor. İsrailliler er ya da geç arzu ettikleri kalıcı huzurun Netenyahu gibi kravatlı yankesicilerle gelmeyeceğini anlayacak ve o gün Ortadoğu barışa bir adım daha yaklaşmış olacak.

4- İsrail'in kuruluşunda İngiltere'nin tarihi rolünü ve ABD’nin İsrail’e askeri ve maddi yardımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD şimdiye dek ne kadar askeri ve para desteğinde bulunmuştur?

İngiltere’nin, Filistin’deki Yahudi varlığını artırmaya yönelik desteğinin altında şüphesiz pek çok jeo-stratejik neden yatıyordu. 1840’lardan itibaren başlayan bu çabalar, 1917 yılında Balfour Deklarasyonu ile taçlandı ve o günkü genel manzara şu şekildeydi:

Fransa ve İngiltere'nin Almanya'ya karşı yürüttükleri savaş açmazdaydı; Türkler Gelibolu'da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde İngiliz yayılmacılığına büyük bir darbe vurmuştu; Rus Çarı devrim ile tahtan indirilmiş ve (İngiltere karşıtı) Bolşevikler Rusya'da idareyi ele almıştı.

Hem ekonomik hem de stratejik bakımdan zor durumda olan İngiltere, bu şartlar altında uluslararası Siyonist harekete desteğini açıkladı. Amaç, başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere rakiplerini sınırlamak ve kullanışlı bir uydu yaratmaktı. 1948'e giden yolun köşe taşları bu şekilde dizildi.

İngiltere’nin jeo-politik etkisinin zayıflamasıyla birlikte sahneyi ABD devraldı. Bugün de İsrail’in Ortadoğu’daki güvenliğinden ABD sorumludur. Ülkedeki İsrail lobisinin politikaya olan etkisi muazzam boyutlarda, ancak tek tük de olsa bugün neredeyse tek taraflı hale gelmiş olan bu ilişkiyi sorgulayanlar da yok değil. Yakın gelecekte, ABD ekonomisinin bozulmasıyla birlikte bu sorgulama daha da görünür hale gelecek. Zaten İsrailliler de bunu öngörüyor olsa gerek, farklı ittifak arayışlarına girdiklerini gözlemliyorum.

ABD’nin İsrail’e yaptığı yıllık yardımlarla ilgili bol sıfırlı pek çok rakam telaffuz ediliyor, ancak bunun hiçbir önemi yok. Zira mesele para göndermekten çok daha fazlasıdır…

5- Arap dünyasının İsrail’le yakınlaşması ve normalleşme sürecine bakıldığında bu sürecin daha da hızlanmış bir durumda olduğu anlaşılıyor. Böyle bir yaklaşımın sonuçları ne olabilir?

Sanırım Filistinliler tarihlerinin en yalnız dönemini yaşıyor. Suudi Arabistan, Umman, Bahreyn ve BAE İsrail'le prensipte uzlaştı. İlişkiler şimdilik kapalı-devre yürüyor; Mısır ise ekonomik ve siyasi gerekçelerle bu bloka bağımlı. Dayatılacak her türlü planı kabul etmeye hazırlar.

Bunun dışında Türkiye, İran ve Katar’ın Filistin’e yönelik desteği sürüyor. Bu destek ancak Filistinlileri bu halleriyle hayatta tutmaya yetecek düzeyde.

ABD ve İsrail, tek taraflı olarak sözde 'Yüzyılın Anlaşması'nı Filistin halkına dayattı. Kudüs 'İsrail’in başkenti' olarak tanındı. Her ne kadar, İslam İşbirliği Teşkilatı da Doğu Kudüs'ü Filistin'in başkenti ilan ettiyse de bu pratikte hiçbir anlam ifade etmiyor.

Filistin'in tarihsel müttefikleri olan Suriye 9 yıldır savaşla, İran ise ekonomik ambargoyla boğuşuyor. Bir başka müttefik olan, Hizbullah'ın önemli bir güç unsuru olduğu Lübnan, ekonomik ve siyasi krizlerle ziyadesiyle meşgul. Bu sebeple hareket kabiliyetleri oldukça kısıtlı.

Anlayacağınız, teknik olarak Filistinlilerin yanında olması gereken ne kadar ülke varsa ya bu iddiadan vazgeçmiş vaziyette ya da siyasi, ekonomik krizlerle boğuşuyor.

Türkiye'ye gelince... Kamuoyu yaratma gücü olmasına karşın statükoyu değiştirecek araçlara sahip değil. Buna ihtiyaç duyar mı? O da ayrı bir tartışma konusu.

Netice olarak, 100 yıl sonra bugün Filistinlilerin hala bağımsız bir devleti yok. Arap halkları, İngiliz krallığına yönelik sadakatleri ve Osmanlı İmparatorluğuna karşı savaşmaları karşılığında ödül beklerken bugün bağımsızlıklarını yitirmiş, kültürleri hor görülen ve en kötüsü de son 100 yıldır barut, bomba, ölüm ve kanla yıkanan bir travmalar toplumu haline geldi. Doğrusu, bu coğrafyada yaşam süren tüm ulusların, geçen 100 yıllık süreçten çıkaracak büyük dersleri var.

Filistinlileri savunmanın tek yolu, bölge ülkelerinin işbirliğinden geçiyor. Aramızdaki sorunları bir kenara bırakmalı, yaklaşan tehlikenin tespitini doğru yapmalı ve gerekli tedbirleri almalıyız. Aksi halde, Filistinliler gibi pek çok ulusun zincirlere vurulmasına seyirci kalacağız. Bizler istikrarsızlıkla boğuşurken, 1967 sınırlarına geri dönmesini talep ettiğimiz İsrail, Filistin sınırlarının ötesinde, her birimizi tehdit edecek şekilde etkisini genişletiyor.

Suudi Arabistan önderliğindeki bazı bölge ülkeleri için söyleyecek hiçbir sözüm yok, ancak binlerce yıllık komşuluk ilişkilerine sahip olan Türkiye ve İran bir araya gelirse, önemli bir dinamik yaratabilir. Mesele Filistin sınırlarını çoktan aşmıştır; kısmen parçalanmış olan Irak ve Suriye ile bu coğrafyanın iki köklü medeniyeti olan Türkiye ve İran bu sorunda paydaştır.