İran'da 1979'da gerçekleştirilen İslam Devrimi 43. yılına girdi. Bu özel gün her sene olduğu gibi ülke genelinde coşkulu şekilde kutlanıyor.
İran Devriminin gerçekleşmesiyle birlikte egemenlik ve bağımsızlık konusunda büyük kazanımlar elde eden İran halkı, her zaman İslam dünyası ve özellikle Filistin halkının yanında olmaya çaba sarfetmiştir.
Mehr Haber Ajansı muhabiri İran İslam Devrimi zaferinin 43. yıldönümü münasebetiyle Türk Gazeteci-Yazar "Alptekin Dursunoğlu", ile bir röportaj gerçekleştirerek, devrimin bölgedeki gelişmeler üzerindeki etkilerini sordu.
1- İran İslam Cumhuriyeti’nin sunduğu İslam modeli ile bölgede Amerika’nın desteklediği İslam modeli arasındaki fark nedir?
Sorunuz karşılaştırma yapmamızı gerektirdiği için öncelikle İran’ın modelinin özelliklerini açıklamanın uygun olacağını sanıyorum. Böylece Amerikan modelinin ne olduğu ve niçin ortaya çıkarıldığı da kendiliğinden aydınlığa kavuşmuş olur.
1979’daki İran İslam Devrimi, şu üç ilkeyi gerçekleştirmeyi hedeflemişti: “İstiklal, özgürlük, İslam Cumhuriyeti.”
“İstiklal”, herhangi bir süper güce bağlı olmamayı, “Özgürlük”, Şahlığın veya diktatörlüğün reddini ve halkın siyasete özgürce katılımını; “İslam Cumhuriyeti” ise kurulacak devletin kimliğini ve şeklini ifade ediyordu.
1979’da kurulan İran İslam Cumhuriyeti, sadece modern dünya siyasal sistemi açısından değil, İslam siyasi tarihi ve devlet felsefesi açısından da hem “yeni” hem de “orijinal” bir model oldu.
İran İslam Cumhuriyeti’nin modern dünya siyasal sistemi açısından neden “yeni” ve “orijinal” bir model olduğu detaylı bir izahı gerektirmiyor. Zira modern dünyada din, sadece bireysel hayata ilişkin bir fenomen olarak görülüyordu; doğal olarak da toplumsal ve siyasal iddialara sahip “dini bir devlet”, “yeni” ve “orijinal” bir modeldi.
Peki İran İslam Cumhuriyeti, İslam siyasi tarihi ve devlet felsefesi bakımından neden yeni ve orijinal bir modeldir? Halbuki, İslam tarihi boyunca kurulmuş onlarca “hilafet” veya imparatorluk söz konusu ve hepsi de “İslam devleti” olarak niteleniyor.
Eğer “İslam devleti”, kavramını sadece yasalarını İslam hukukundan alan veya yasaları İslam hukukuyla çelişmeyen devlet olarak tanımlarsak evet, İran İslam Cumhuriyeti’nin İslam tarihi açısından “yeni” ve “orijinal” bir model olduğunu söyleyemeyiz.
Zira şu an kendini “İslam devleti veya cumhuriyeti” olarak tanımlamayan birçok ülkenin bile yasalarının ya tamamı veya bir kısmı İslam hukukuna dayanıyor. Bazı ülkelerin anayasasında da “İslam hukukuna aykırı yasa çıkarılamaz” şeklinde madde bulunuyor.
O halde İran İslam Cumhuriyeti’ni “yeni” ve “orijinal” yapan şey, yasalarının İslam hukukuna dayalı olması değil, getirdiği siyasal sistemdir. “Velayet-i Fakih” adlı bu sistem her ne kadar Şii teolojisinden üretilmiş bir siyasal model olsa da aslında “halifenin ehl-i hal ve akd tarafından seçilmesini” öngören Sünni siyaset fıkhına çok daha uygundur.
Zira Sünni siyasal fıkha göre Peygamberden sonraki dört halife, “ehl-i hal ve akd”in seçimiyle belirlendiği için örnek bir İslami modeldir.
Bu durumda Sünni siyasi fıkhın kriterlerini esas alarak şu soruya bir cevap arayalım: Acaba “Uzmanlar (hubregan) Meclisi”nin seçimiyle belirlenen Velayet-i Fakih sistemi mi Sünni siyasi fıkha uygundur? Yoksa saltanata dayalı Emevi, Abbasi veya Osmanlı halifelikleri mi?
Bu sorunun cevabı açık: Dört halifeden sonra ehl-i hal ve akdin seçimiyle belirlenmeyen, kılıç gücüyle kurulup saltanat yoluyla devam eden halifelikler, Sünni siyasi fıkhın kriterlerine uygun değildir. Dolayısıyla da kendi dönemlerindeki başka dinlere mensup krallıklarla benzerliği çok daha fazla olan bu halifeliklerin “yeni” ya da “orijinal” bir tarafı bulunmuyor.
Sorunuzun ikinci kısmı olan “Amerika’nın desteklediği İslam modelinin” İran modeli ile olan farkına geçmeden önce Amerika’nın neden bir İslam modeline ihtiyaç duyduğuna değinmeliyiz.
Amerika, yok edemeyeceği yahut kontrol altına alamadığı şeylerin sahtesini üretiyor. Böylece onu hem kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyor hem de değersizleştiriyor.
Örneğin Amerika Soğuk Savaş döneminde çok uzun bir süre Sovyetlere ve Marksist ideolojiye karşı bölge ülkelerinde İslam’ı kullanmış; CIA da buna “yeşil kuşak stratejisi” adını vermişti.
Amerikancı İslam, Suriye’yle savaşı, İsrail’le barışı ve normalleşmeyi savunan; Suriye’ye karşı savaşanlara silah verip, İsrail’e karşı savaşanları silah bırakmaya teşvik eden İslam’dır.
Amerikancı İslam güvenliğini Amerika’ya teslim eden, ülkesinin hava sahasını NATO hava sahası olarak tarif eden İslam’dır.
Bu meselenin Türkiye’ye yansıyan yanıyla ilgili bir örnek vereyim. 15 Temmuz 1968’de Türkiye’ye gelen Amerikan 6. Filosu solcu üniversite öğrencileri tarafından protesto edilirken, o dönemin İslamcı yazarları tarafından kışkırtılan “dindarlar” protesto yapan solcu öğrencilere taşlar ve sopalarla saldırır. Türkiye’deki İslamcı çevrelerin Amerikan karşıtlığı İran devriminin etkisiyle 1980’lerde başlayan bir eğilimdir.
Bölgedeki İslami hareketler, İran devriminin etkisiyle Amerika’nın kullandığı araç olmaktan çıkmaya başlayınca Amerika bu kez çıkarlarıyla çelişen İslam’ı “aşırı”; çıkarları doğrultusunda kullandığı İslam’ı ise “ılımlı” diye niteledi.
Böylece bölgede Amerika liderliğindeki sulta düzenine karşı direnenlere karşı, Amerikan çıkarlarına hizmet eden bir İslam anlayışı üretildi ve desteklendi. Amerikancı İslam’ı tanımak da farkını anlamak da çok kolaydır.
Örneğin Amerikancı İslam, Suriye ve Irak’a karşı Müslümanları cihada; İsrail’e karşı ise siyasi çözüme çağıran İslam’dır.
Amerikancı İslam, Suriye’yle savaşı, İsrail’le barışı ve normalleşmeyi savunan; Suriye’ye karşı savaşanlara silah verip, İsrail’e karşı savaşanları silah bırakmaya teşvik eden İslam’dır.
Amerikancı İslam güvenliğini Amerika’ya teslim eden, ülkesinin hava sahasını NATO hava sahası olarak tarif eden İslam’dır.
Amerikancı İslam, “peygamber şimdi gelse NATO ile ittifak yapardı”, “masum siviller ölse bile Allah onları zaten cennete koyacak bu yüzden Şam sokaklarında bombalı saldırı yapmak caizdir” diyen İslam’dır.
Amerikancı İslam, ülkesini Amerikan askerlerine açan, İsraillileri Yemen’e taşıyan, Irak’a yaptıklarını Suriye’ye neden yapmadın diye Amerika’ya “kızan” İslam’dır.
İran modelinin Amerikan karşıtlığından dolayı ekonomik ambargoya, savaşa, teröre, saldırı tehditlerine maruz kaldığı ve çok ağır bedeller ödediği doğrudur; peki ama Amerikancı İslam, saymakla bitiremeyeceğimiz bu hizmetlerine rağmen Amerika’dan bir iyilik veya menfaat mi görüyor?
Amerikan hizmetkarlığının bedelinin Amerikan karşıtlığından daha ağır olduğunu Amerika’nın kendi müttefikleri itiraf ediyor. Örneğin satın alıp parasını ödedikleri silahların Amerika tarafından kendilerine teslim edilmediğini söylüyorlar.
Amerika’nın vermediği hava savunma sistemlerini başka ülkelerden satın alınca Amerika tarafından cezalandırıldıklarını anlatıyorlar. Bu sorunun çözümünü de yine Amerika’dan bekliyorlar.
Türkiye’nin ürettiği ATAK helikopterini, Amerikan hükümetinin izin vermemesi sebebiyle Pakistan’a satamaması, bu konudaki en çarpıcı örneği oluşturuyor. Zira resmi açıklamaya göre Türkiye, ürettiği bu helikopterde LHTEC şirketinin ürettiği CTS800 tipi motoru kullanıyor ve bu motoru kullanan bir helikopterin satışı için Amerikan hükümetinin izni gerekiyor.
Dolayısıyla Amerikan hükümeti bu izni vermediği için Amerika’nın müttefiki olan Türkiye, Amerika’nın müttefiki olan Pakistan’a helikopter satamıyor.
Amerikancı İslam’ın bölge ülkelerinde iktidarda olan temsilcileri, Beyaz Saray’dan randevu alabilmeyi çok önemli bir prestij göstergesi saysa da Amerikancı İslam’ın CIA veya Suudi istihbaratı tarafından kullanıldıklarının farkında bile olmayan temsilcileri de vardır. Son on yılda bölge ülkelerinin altyapısını tahrip eden silahlı gruplar bu kategoridedir. Amerika’nın terör listesinin başında yer verdiği el-Kaide’yi İdlib’de Suriye ordusuna karşı koruması, ırkçı İsrail rejiminin Kuneytra’da yaralanan el-Kaide militanlarını hastanelerinde tedavi etmesi bunun somut göstergeleridir.
2- İran İslam Devrimi'nin direniş ekseni ile Filistin'e verdiği desteğin bölge için bir fırsat olduğu; ancak Katar ve Türkiye gibi ülkelerin verdiği desteklerin çok farklı olduğu değerlendiriliyor. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
İran ve Direniş Ekseni ile Türkiye ve Katar’ın Filistin tanımı, aradaki farkı zaten açık bir şekilde ortaya koyuyor. İran ve Direniş Ekseni “denizden nehre kadar” tüm tarihsel Filistin topraklarını Filistin olarak tanımlıyor. Irkçı İsrail rejimi tarafından 1948’de işgal edilen topraklar ile 1967’de işgal edilen topraklar arasında herhangi bir fark görmüyor.
İran ve Direniş Ekseni’ne göre Filistin sorununun çözümü için ırkçı İsrail rejiminin bu topraklardaki egemenliğine son verilmesi gerekiyor.
Türkiye ve Katar ise ırkçı İsrail rejiminin 1948’de işgal ettiği toprakları İsrail; 1967’de işgal ettiği toprakları ise Filistin olarak tanımlıyor. Dolayısıyla Türkiye ve Katar’a göre Irkçı İsrail rejiminin 1967’de işgal ettiği Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ten çekilmesi, Filistin sorununun çözülmesi anlamına geliyor.
Filistin sorununun çözüm planı ve yöntemi konusunda da İran ve Direniş Ekseni ile Türkiye – Katar ekseninin ciddi bir farklılık gösteriyor.
Direniş Ekseni’ne göre ırkçı İsrail rejiminin işgaline sadece silahlı direnişle son verilebilir. Irkçı rejimin Filistin topraklarındaki tasallutu son bulduktan sonra yeni devletin niteliği, buradan zorla göç ettirilmiş olan ve halen yaşamakta olan Müslüman ve Hıristiyan Filistinliler ile tarihsel olarak Filistin topraklarında yaşayan yahut daha sonra İsrail rejimi tarafından getirilen Yahudilerin referandumu ile belirlenmelidir.
Türkiye ve Katar Eksenine göre ise Filistin sorununun çözüm yöntemi silahlı direniş değil, siyasi müzakeredir. Filistinlilerden silahlı direnişi terk etmesini ve İsraillilerden de Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ten çekilmesini çözüm olarak ortaya koyan Katar ve Türkiye ekseni, pratikte her şeyi ırkçı İsrail rejiminin insafına emanet ediyor.
Filistin’in kendisine, sorunun niteliğine ve çözüme ilişkin bu temel farklılıklar Filistin’e destek konusunda da açık bir şekilde görülüyor. Direniş Ekseni, Filistinlilere kendilerini savunmaları için direnişe silah ve para desteği sunarken, Türkiye ve Katar ekseninin desteği mali ve siyasi destekle sınırlı kalıyor.
3- Sizce AK Parti son yirmi yılda Filistin’le ilgili yaptığı propagandalarla Filistin davası için bir model olmayı başarabilmiş midir?
Ak Parti yönetimindeki Türkiye’nin Filistin’in coğrafyasını ve sorununu nasıl tarif ettiğine ve nasıl bir çözüm önerdiğine değindim. Ak Parti, Filistin sorunu konusunda 2002’de Lübnan’da yapılan Arap zirvesinde gündeme getirilen “Suudi Barış Planı”ndan başka bir şey söylemiyor.
Dolayısıyla Ak Parti’nin Filistin konusunda model olabilmesi için öncelikle kendine özgü bir tezinin ve sözünün olması gerekiyor. Bunların hiçbiri onda yok.
Propagandaya gelince… Propagandayı Filistin’i Traump’ın Yüzyılın Anlaşması için satışa çıkaran Birleşik Arap Emirlikleri bile yapıyor. Irkçı İsrail rejimiyle ilişkilerini Filistinlilerin iyiliği için normalleştirdiğini propaganda ediyor. Hiç kuşkusuz bu propagandasına en az Ak Parti kadar da müşteri bulabiliyor.
Ak Parti’nin Filistin konusunda nasıl bir model olduğunu Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyaret ettikten sonra Erdoğan’ın konuğu olarak Türkiye’ye gelecek olan ırkçı İsrail rejiminin cumhurbaşkanına sormak gerekir. Hem Emirliklerin hem de Ak Parti’nin Filistin konusunda nasıl bir model olduğunu en iyi o anlatabilir!
Muhabirler:
Azer MAHDAVAN
Roya FEREYDUNİ
yorumunuz